RTEÜ'lü Öğretim Üyesi Nazıroğlu: Devlet İlahiyatları Dışardan Bitirme İşine Acilen Son Vermeli
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bayramali Nazıroğlu, devletin ilahiyatları dışardan bitirme işine acilen son vermesi gerektiğini vurguladı.
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bayramali Nazıroğlu, örgütlü dini yapıların ortak düşman yaratmada maharetli olduğunu kaydederek, “Örgütlü dini yapılar, ortak ideal yaratmada olduğu gibi ortak düşman yaratmada da oldukça maharetlidirler. İdealleri; bağlı oldukları yapı, yapının lideri, yapının kabulleri ve epistemolojik kaynakları iken, ortak düşmanları da bu yapıyı, yapının kabullerini ve epistemolojik kaynaklarını tehdit eden bazı ilahiyatçılar olmaktadır. İlahiyatçılara soğuk bakmanın bir nedeni de işte bu yapısal tehdittir.” dedi. Nazıroğlu, devletin ilahiyatları dışarıdan bitirme işine acilen son vermesi gerektiğini vurgularken “İlahiyat fakülteleri, özellikle son birkaç yıldır YÖK tarafından sağlanan aşırı kontenjan artışları; ayrıca İLİTAM, Dikey Geçiş, Sınavsız Geçiş gibi kolaylıklar sayesinde çok sayıda örgütlü dini yapı müntesibine ev sahipliği yapar hale gelmiştir. Gayet tabii bunların çoğu ilahiyatı kurtarmak amacıyla buradadırlar ve amaçları da hiçbir sapkın (!) fikirden etkilenmeden bir şekilde diplomayı alıp dini konularda ehil olduklarını ispatlamaktır.” diye konuştu.
İşte Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bayramali Nazıroğlu’nun Yörünge Dergisi ile yaptığı o söyleşi:
Son beş-on yıldır Türkiye’de ilahiyatçılara yönelik yıpratma çabaları, ağırlıklı olarak hadis müdafiliği ve Ehl-i Sünnet savunuculuğu şemsiyesi altında yapılmaktadır. Bu da gelenekselleşenin ne olursa olsun doğru, yeninin ne va‘d ederse etsin yanlış olduğu psiko-patolojisinin belirgin bir yansımasıdır. Oysa eleştirdikleri ilahiyatçıların hadislerle ya da Ehl-i Sünnet düşüncesiyle ilmi hassasiyet dışında kategorik bir kavgaları yoktur.
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, Tefsirci Prof. Dr. Mustafa Öztürk, bazı açıklamaları nedeniyle bir kesim tarafından hedef tahtasına oturtuldu. Diyanet Din İşleri Yüksek Kurulu da Öztürk’ün adını vermedi ama görüşlerinin doğru olmadığı şeklinde bir yorumda bulundu. Prof. Öztürk, kendisine yönelik tavrı, “Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca dini grup ve cemaatlerin, Diyanet ve ilahiyat gibi kurumlara ayar verme cesaretlerinin belki ilk defa bu kadar yüksek trende ulaştığına şahitlik ediyoruz” diye değerlendirdi. Prof. Mustafa Öztürk aynı açıklamasında, “İlmi çalışmalara devam etme ve farklı bir fikir/görüş beyan etmenin tek yolunun yurtdışındaki bir üniversitede çalışmak gibi görünüyor” diyerek pek alenileşmemiş ama belli çevrelerde yoğun gündem olan önemli bir tartışma ve rekabeti de gün yüzüne çıkardı. Peki, bu rekabet nereden kaynaklanıyor ve görünmeyen kısmında neler var? Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bayramali Nazıroğlu, Yörünge’ye önemli açıklamalarda bulundu.
Müslüman Türkiye toplumunun genelinde ilahiyatçılara karşı pek sıcak olmayan bir yaklaşım var. Özellikle İslami cemaatler diye tabir ettiğimiz gelenekle irtibatlı Müslüman gruplardan ilahiyatçılara, dini endişelerden dolayı sert eleştiriler geliyor. Hatta bu kesimin bazı temsilcileri, ilahiyat fakültelerinin kapatılması gerektiğini dahi savunuyor. Sizce İslami cemaatler gerçekte ne istiyor?
Toplumun ilahiyatçılara yaklaşımını tek yönlü olarak ele almak yanıltıcı olabilir. Kanaatimce bu konuda toplumun en azından üç farklı kategoriye ayrılarak değerlendirilmesi gerekir. Bunlardan birincisi seküler veya laikler olarak kategorize edebileceğimiz çevrelerdir. Bu çevrelerin ilahiyatçılara bakışı, kendi içlerinde de değişkenlik arz etmektedir.
Seküler insanların önemli bir kısmının dine/İslam’a karşı mesafeli tutumlarının bir yansıması olarak ilahiyatçılara da soğuk baktıkları doğrudur. Soğuk olmanın ötesinde iki kesim arasındaki iletişim kanalları da büyük oranda kapalıdır. Sekülerler, temel olarak ilahiyat alanını modern bir bilim alanı olarak da kabul etmemekte ve genel din algılarına paralel olarak ilahiyatları ve ilahiyatçıları ‘öteki’ olarak etiketleyip onlardan uzak durmaktadırlar.
Seküler kesimin belli bir bölümü içinse ilahiyatçılar, örgütlü dini yapılara kıyasla ehveni şer kabilinden daha fazla saygın kabul edilmektedirler. Bu saygı, bir nebze her bireyin karşılaştığı anlam arayışı çerçevesinde de değerlendirilebilir. Zira insanoğlunun öyle ya da böyle birtakım varoluşsal sorunları ve bunları çözmek için arayışları olması mümkündür.
İlahiyatçılara yaklaşım konusunda üzerinde durulması gereken ikinci toplumsal çevre ise cami cemaati dediğimiz genelde din merkezli politik ve ideolojik tavrı olmayan; ancak günlük yaşam aktiviteleri çerçevesinde dinin kurallarını merak eden ve bu konularda bilgi talebinde bulunan insanlardır.
Bu insanların ilahiyata ve ilahiyatçıya bakışının içinde bulunduğu ve yoğun iletişim kurduğu yakın çevresinin etkisi altında şekillendiği kanaatindeyim. Bu yakın çevre bazen bir cami imamı olabileceği gibi, bazen televizyonda ramazan programı yapan bir ilahiyatçı, bazen örgütlü dini yapılara mensup biri de olabilir. Bu kişiler, hem kendi kimlikleriyle ve yaşamlarıyla hem de söylemleriyle ilahiyatçılara yönelik algıların şekillenmesine ciddi oranda etki ederler. Bu da cami cemaatinin ilahiyatçı algısının bütünlük arz etmesinin önüne geçer.
Örneğin, kimi cami cemaati, karşılaştığı herhangi bir dini müşkülatta, ilahiyatçıdan başkasına kulak asmazken; kimi de ilahiyatçı sözünü duyar duymaz, zihnini ve duygularını tamamen kilitleyebilir. Müslüman Türk halkının büyük bir bölümü, bu kategori içindedir.
Üçüncü grupta ise ilahiyatçıya yaklaşım konusunda en sorunlu çevreler olan örgütlü dini yapılar yer almaktadır. Bu çevrelerin ilahiyat ve ilahiyatçılarla ilgili kanaatleri istisnalar göstermekle birlikte genelde olumsuzdur. Sayıları geniş halk kitleleri göz önünde bulundurulunca çok fazla olmasa da örgütsel kapasitelerinden dolayı sesleri çok çıkan bu grubun olumsuz tutumunun farklı alanlarda birbiriyle ilişkili bir dizi nedeni vardır. Bunlara ayrı ayrı değinmek isterim.
Psikolojik nedenler:
Her şeyden önce insan psikolojisi, değişime yeterince açık değildir. İnsanoğlu, yeni bir kavram, durum ya da olguyla karşılaşınca onu önceden öğrendikleriyle anlamlı hale getirmeye çalışır. Önceden öğrenilenin yanlış, eksik ya da hatalı olduğunu kabul etmektense yeni durumun yanlış, eksik ve hatalı olduğunu iddia etmeyi tercih eder.
Bu durumun tersini yapabilmek için oldukça üst düzey zihinsel kapasitelerin oluşmuş olması gerekir. Yani kuşku duyma, sorgulama, yansıtıcı, eleştirel ve hipotetik düşünme becerisi gelişmemiş bir bireyin, yeniyle olan imtihanı oldukça güçtür.
Buradan hareketle örgütlü dini yapılardan beslenen kişilerde çok erken yaşlarda öğrendikleri ve zihinlerinde kodladıkları doğruların yanlış, yanlışların doğru; iyilerin kötü, kötülerin iyi ile yer değiştirmesi için gerekli psikolojik hazır bulunuşluk yoktur.
Oysa ilahiyat fakültelerinde akademik mahiyet gereğince pek çok bilgi kaynağına kuşkuyla bakılmakta, gelenekten miras kalan bilgi birikimi titizlikle sorgulanmakta, eleştirilmekte ve analiz edilerek zayıf yönlerinden ayıklanıp sentezlenmektedir. Kuşkusuz örgütlü dini yapılara intisap eden kişiler, çok önem atfettikleri geleneksel zihin şemalarını değiştiremedikleri için onlar nazarında ilahiyatçıların tavırlarına düşmanlık etmek, onları anlamaya çalışmaktan daha sağlam bir zihin konforu sağlamaktadır.
Sosyo-psikolojik nedenler:
Örgütlü dini yapılar; birincil ilişkilerle şekillenen ve hissi bağlılık, sadakat ve fedakârlığın baskın olduğu cemaat tipi yapılardır. Bu tip yapıların ayakta kalması, yarattıkları ortak ideallere ve ortak düşmanlara bağlıdır. Bu bağlılık, hem dikey anlamda liderden başlayarak en alt düzeydeki bireye kadar inen hiyerarşik bir katılığa hem de yatay olarak üyeler arasında sıkı bir otokontrol mekanizmasına muhtaçtır.
Yapının önceden oluşturulmuş ve asla sorgulanamayan çok sayıda normu vardır. Üye, bu normlara uyduğu müddetçe yapı tarafından onaylanır, onaylandıkça mutmain olur ve yapıya yönelik adanmışlık duygusu geliştirir. Normlardan sapma, yapının sağladığı manevi güvenlik dairesinden dışlanmaya yol açacağı için üye, yukarıda bahsedilen üst düzey bilişsel faaliyetlerinin uyanmasına bizzat kendisi engel olur. Şayet üye kuşku duyar, sorgularsa suçluluk duygusu ortaya çıkar.
Örgütlü dini yapılar, ortak ideal yaratmada olduğu gibi ortak düşman yaratmada da oldukça maharetlidirler. İdealleri; bağlı oldukları yapı, yapının lideri, yapının kabulleri ve epistemolojik kaynakları iken, ortak düşmanları da bu yapıyı, yapının kabullerini ve epistemolojik kaynaklarını tehdit eden bazı ilahiyatçılar olmaktadır. İlahiyatçılara soğuk bakmanın bir nedeni de işte bu yapısal tehdittir.
Politik nedenler:
İnsanoğlunda yönetmekte güçlük çektiği sorunlu bir iktidar olma istenci vardır. İnsan, doğası icabı yönetmeye, hükmetmeye, herkesi kendine benzetmeye; herkesin onun doğrularını doğru, yanlışlarını yanlış bellemesini arzulamaya yatkındır. Bunun için çoğalmak, büyümek, yayılmak ve egemen olmak gibi bazı zaaflarla mualleldir. İnsan doğasının yeterince eğitilmediğinde rekabeti ve kavgayı, saygı ve işbirliğine tercih etmesi bundandır.
Şimdi insan, tek başına dahi böyleyken, insanların bir araya gelerek oluşturdukları örgütlü dini yapıların çoğalmak, yayılmak, hükmetmek, egemen olmak ve yok etmek gibi dürtülere direnmesi beklenemez. Örgütlü dini yapılar, ilk bakışta saf ve iyi niyetlerle bir araya gelmiş kişilerin oluşturdukları yapılar olarak düşünülebilir. Fakat zamanla kendilerine has hakikat anlayışlarının biricikliği düşüncesi onların ruhlarını sarmaya ve bu biricik hakikati halka halka topluma yaymaya girişirler.
İşte tam da bu noktada en önemli silahlarının yani o biricik hakikatlerinin düşmanlarıyla karşılaşırlar. Hakikati zedeleyen, böylece hedef kitlenin zihnini ve gönlünü çelen, dolayısıyla egemenlik pastasını küçülten ya da en iyimser yaklaşımla pastanın büyümesine mani olan bu düşmanlar, örgütlü dini yapılar nazarında çoğu zaman ilahiyatçılar olmaktadır.
Yapının selameti için malum ilahiyatçıların ilk önce hizaya çekilerek kontrol altına alınması yahut ilahiyatın bunlardan kurtarılması, bu da mümkün değilse kurumun önce yıpratılması ardından da ortadan kaldırılması için başta devlet olmak üzere değişik iktidar odaklarına şantajla karışık baskı yaparlar.
Dini nedenler:
Örgütlü dini yapılarla bazı ilahiyatçılar arasındaki en derin ayrılık, dini alanda ortaya çıkmaktadır. Bu yapıların İslam anlayışıyla bazı ilahiyatçıların İslam anlayışı arasında derin uçurumlar vardır. Örgütlü dini yapılara göre İslam, temel kaynakları olan Kur’an ve Hadis literatürü üzerine bina edilen ve Ehl-i Sünnet geleneği içinde kurumsallaşan; kurumsallaşmasını da asırlar öncesinde tamamlamış bir dindir.
Geçmişte özellikle İslam’ın ilk birkaç asrında yaşayan âlimlerimiz, Müslümanların bütün sorunlarını çözecek hükümleri en doğru biçimde ortaya koymuşlardır. Dolayısıyla bize düşen seleflerimizin çözüm yollarını kullanarak bugünün sorunlarını halletmekten ibarettir. “Biz herhalde onlardan iyi bilecek değiliz!” cümlesinde ete kemiğe bürünen bu yaklaşıma göre bugünün Müslümanlarının dini konularda yeni fikirler icat etmeleri, İslam’dan sapmadır.
Dolayısıyla bazı ilahiyatçılar bu neviden sapkınlıklara (!) tevessül ederek İslam dininin temellerini sarsmaktadırlar ve susturulmaları gerekir. Oysa bunların hedefindeki ilahiyatçılar, bugünün hastalıklarının geçmişin reçeteleriyle sağaltılamayacağını düşünürler. Onlara göre bugünün sorunu, bugünün şartları doğrultusunda bugünün imkânlarıyla çözülür.
Bunun için de bugünün Müslüman düşünürüne saygı duymak, fırsat vermek ve hareket alanı tahsis etmek gerekir. Örgütlü dini yapılar için ilahiyatçıların bu anlayışı, meşru daireden sapmadır. Yeri gelmişken şunu da belirtmek gerekir ki son beş-on yıldır Türkiye’de ilahiyatçılara yönelik yıpratma çabaları, ağırlıklı olarak hadis müdafiliği ve Ehl-i Sünnet savunuculuğu şemsiyesi altında yapılmaktadır. Bu da gelenekselleşenin ne olursa olsun doğru, yeninin ne va‘d ederse etsin yanlış olduğu psiko-patolojisinin belirgin bir yansımasıdır. Oysa eleştirdikleri ilahiyatçıların hadislerle ya da Ehl-i Sünnet düşüncesiyle ilmi hassasiyet dışında kategorik bir kavgaları yoktur.
Bütün bu nedenler bir arada düşünülünce, bazı ilahiyatçıların örgütlü dini yapıların intikam topunun ağzına konulma nedeni daha iyi anlaşılabilir. Bu yapılara mensup kişilerin istedikleri temel şey; psikolojik, sosyolojik, politik ve dini açıdan sallantıda olan çarpık varlıklarını koruma refleksidir. Konjonktür de müsait olunca dünyevi ve uhrevi alana yönelik tehditlerini pervasızca ortaya koyup gürültü çıkararak bu hedefe ulaşmaya çalışmaktadırlar.
“Geçer Akçe Haline Gelen Eksik ve Yanlı/Yanlış Bilgi ile Batıl İnanç ve Hurafeler”
Cumhuriyet döneminde din eğitimi vermek üzere ikame edilen ilahiyat fakülteleri (öncesinde yüksek İslam enstitüleri) Cumhuriyet öncesindeki dini eğitim veren medrese ve tekkeler ile karşılaştırıldığında ortaya çıkan tabloyu özetleyebilir misiniz?
Bu tasnifin her iki tarafında bulunan kurumlar da esasında aynı kaynaktan beslenmektedir. Bunun ne demek olduğunu anlamak için biraz İslam eğitim kurumlarının arkla planına bakmak lazım. Bilindiği gibi İslam medeniyeti, Hz. Peygamber’den itibaren İslam’ın yayılması ve Müslümanların inançlarını bilgi temelli şekillendirmek niyetiyle talim, tedris, tedip ve terbiyeyi temel önceliklerinden biri yapmıştır. Elbette başlarda yapılan bu faaliyetler, kurumsal olmaktan çok uzaktır; ama önemli oranda kurucu karaktere sahiptir.
Bu kurucu karakter, bilginin farklı boyutlarına yönelik öğrenme merakını teşvik eden ve her Müslümanı bilgi talep etmeye zorlayan ilmi bir gelenek inşa etmiştir. Hz. Peygamber’den sonra çoğunlukla toplumsal ve siyasal nedenlerle çeşitli badireler atlatsa da bu gelenek, belli bir müddet sonra kurumsallaşmaya başlamış; bu kurumsallaşma süreci zihinlerin eğitiminde medreseyle birlikte duyguların eğitiminde ise tekke vb. kurumlarla zirve noktasına ulaşmıştır.
Medrese ve tekke, asırlar boyunca bir yandan birbirleriyle kavga ederken, bir yandan da Müslüman toplumların eğitim ihtiyacını karşılamıştır. Ne var ki bunu yaparken gittikçe medrese; bilgi ve düşünceyi kitaba ve statükoya; tekke de inanç ve değerleri sözlü geleneğe ve hayli miktarda hurafeye hapsetmiştir. Böyle olunca da her iki cenahın Müslümanların kişisel, toplumsal, dini ve ilmi alanda ilerlemeleri için başlarda sağladıkları katma değer, peyderpey azalmış; hatta takındıkları tavırlar, Müslümanlar için belli bir zaman sonra ilerlemeye mani prangalara dönüşmüştür.
Bunun pek çok sebebi vardır. Ancak zannımca, her iki kurumun da toplumu bulunduğu hal üzere tutmaya yeminli olmaları, çöküşün başat faktörü olmuştur. Bu süreçte ilmi gelenek; öncü, yenilikçi ve dinamik olmaktan uzaklaşmış; muasır medeniyetin gerisinde kalarak tutucu, durağan ve yoz bir hale bürünmüştür. Bu ilmi geleneğin boyasıyla boyanmış toplum da hayatın hemen her alanında zillet içinde kalmıştır.
İlahiyat fakülteleri ise ilk olarak Cumhuriyet’ten çok önce II. Abdülhamit zamanında (1900 yılında) geleneksel eğitim kurumlarının toplumun ve devletin ayağına dolanması nedeniyle Darülfünun bünyesinde açılmıştır. Açıldığında medreselerle aynı alanda eğitim-öğretim yapan ilahiyatın, ne yazık ki ömrü çok uzun olmamış; medreselerin yeniden yapılandırıldığı iddiasıyla daha emekleme aşamasında kapatılmıştır. 1924 yılında medreseler kapatılınca bu sefer Cumhuriyet idaresi tarafından –biraz da kerhen– tekrar açılmış; ancak bu sefer de cari politikanın pozitivist refleksleri nedeniyle varlık sahasından kısa sürede el çekmek zorunda kalmıştır.
Bu arada tekke ve medreseler, her ne kadar resmen ilga edilmiş olsalar da ülkenin pek çok noktasında yeraltına inerek eğitim-öğretim faaliyetlerine gizlice devam etmiştir. Otuzlu yıllardan ellili yıllara kadar yaşanan bu ara dönem, Müslüman Türk toplumunu, din ve din eğitimi anlamında kayıt dışı tekke ve medreselerin çizdiği sınırlara, koyduğu kurallara ve ürettiği sorunlu bilgilere mecbur bırakmıştır. Bu dönemde dini sahada geçer akçe haline gelen eksik ve yanlı/yanlış bilgi ile batıl inanç ve hurafeler, Türk toplumunun İslam anlayışında derin yaralar açmıştır.
1949 yılında Ankara İlahiyat’ın açılması da bu patolojik duruma tam anlamıyla çare olamamış; ancak 1959 yılında yüksek İslam enstitülerinin devreye girmesi, bunların daha sonra üniversite bünyesine alınması, ardından özellikle doksanlı yıllardan sonra yeni fakültelerin açılmasıyla Müslümanların merdivenaltı tekke ve medreseye ve onun ürettiği kısmen çarpık ve sorunlu din anlayışına bağımlı olma durumu sona ermeye başlamıştır.
Ancak ilahiyat fakülteleri hem niceliksel hem de niteliksel olarak oldukça mesafe kat etmiş olmalarına rağmen bu yapıların toplum üzerindeki etkisinin yittiğini iddia etmek zordur. Bu da din eğitimi ve öğretimi alanında ikili bir anlayışın aynı anda işbaşında olması anlamına gelmekte; bu da kaçınılmaz olarak çatışma ortamı yaratmaktadır.
Zira her iki kesim arasında hem esasa hem de teferruata müteallik çok sayıda fikir ayrılığı bulunmaktadır. Bu fikri kopuşun temelinde bir tarafın mevcut dini durumu –buna dini statüko da diyebiliriz– korumaya çalışırken, diğerinin bu koruma misyonundan uzaklaşıp sorgulama ve ayıklama misyonuna kaymış olması yatmaktadır.
Buradan hareketle ilahiyat öncesi dönemin dini ve ilmi çevrelerde ilahiyat sonrası döneme göre daha az kavgalıymış gibi görünmesi, çoğunlukla din bilimsel rekabetin olmamasından kaynaklanmaktadır. Oysa bugün adını koymak gerekirse her iki kesim arasında zaman zaman yüzeye çıksa da çoğunlukla buzdağının görünmeyen kısmında büyük bir sürtüşme hali vardır.
Bu, şimdilik bir tür rekabettir ve bu rekabette ilahiyatçılar, bilimsel sahada kalmaya gayret gösterirken, diğer taraf daha saldırgan bir tavır sergilemektedir. Çünkü ilahiyatın varlığı, eleştiri ve sorgu kültürü ve dini araştırmalara getirdiği yeni yöntem ve yaklaşımlar, örgütlü dini yapıların sorgudan muaf ürettikleri dini literatürde gedikler açmakta ve cemaatlerin insan kaynakları açısından yeni bireylere erişimini zorlaştırmaktadır.
“Devletten İzinli olmasını, Belirli Kişi ve Kliklerden İzinli Olmasından Daha Yeğ Tutarım”
İlahiyatçılara karşı çıkan kişi veya gruplara baktığımızda aynı kişilerin imam hatip okullarından da çok hoşnut olmadıklarını görüyoruz. Diğer taraftan imam hatip okullarının ve ilahiyat fakültelerinin ortak yönlerinden birisi de devlet kontrolü ve müsaadesi ile eğitim yaptıkları gerçeğidir. Bu durum hesaba katıldığında imam hatip ve ilahiyatçılara karşı çıkanların esas karşı çıktıkları şey din eğitiminin devletten izinli olması mıdır?
Cumhuriyet’le birlikte medreseler ve tekkeler ortadan kaldırılmaya çalışılırken, bunların görevlerinin imam hatip mektepleri ve Darülfünun İlahiyat Fakültesi’ne tevdi edilmesi düşünülmüştü. Bu tutum, kapanan kurumlarla organik bağı olanların bilinçaltlarında, imam hatiplerin ve ilahiyatın gayrı meşru telakki edilmesine zemin hazırlamıştır.
Dolayısıyla bu durum bile tek başına bu cenahın imam hatip ve ilahiyat antipatisi için yeterli bir sebeptir. Oysa imam hatip mektepleri ve ilahiyat fakültesi, medreselerin alternatifi olduğu gibi devamıdır da. Bu kurumlar, yakıştırıldığı gibi Cumhuriyet’in dini tahrip etme amacıyla işe koştuğu tahrip kurumları, ilahiyatçılar da bu amacın koçbaşları olmamıştır. İzan sahibi olanlarca olup bitenlere bir de bu taraftan bakmak icap eder.
Bu okullarda, medreselerde verilen eğitimin benzeri veriliyor; Arapça, Kur’an, hadis, tefsir, fıkıh ve diğer dini ilimler muntazaman öğretilmeye devam ediyor. Bunların yanı sıra bazı genel kültür konularının da okutulması ya da derslerin rahlelerde değil de sıralarda yapılması, modern öğretim yöntem ve tekniklerinin kullanılması, program geliştirme ilkelerine uygun, başı sonu belli olan müfredata bağlı olması, imam hatip ve ilahiyatların eksiği değil, fazlasıdır. Kuşkusuz bunları sanki birer zaafmış gibi lanse etmek, iyi niyetli bir yaklaşım olmasa gerektir.
Burada örgütlü dini yapılar için asıl sorun şu ki imam hatip ve ilahiyatlarda eğitim alan kişileri, –eğer aldıkları eğitimin hakkını veriyorlarsa– birtakım ezber, yüzeysel ve işlevsiz bilgiyle cezbetmek kolay değildir. Mezkûr eğitim yuvalarında belli konularda farklı düşüncesi olan hocalardan zengin perspektifler devşirip tek başına ve özgün düşünme becerisi kazanan gençler, bu yapılar için oltaya takılması zor kişiler haline gelmektedir.
Kuşkusuz devlet kontrolünde verilen din eğitimi, ideal olarak en istendik din eğitimi türü değildir. Çünkü devlet, din öğretirken kendi ilkelerini, kabullerini, değerlerini göz ardı edemez. Dahası devlet hiçbir alanda kendi siyasal ve ideolojik yapısıyla çelişen derslere tahammül gösteremez. Ancak Türkiye özelinde düşünecek olursak, din hizmeti sunan kaynaklar içinde devletten daha iyisi de yoktur.
Örgütlü dini yapıların imam hatip ve ilahiyat karşıtlığını meşrulaştırmak için devlet kontrolü iddiasını dillendirdikleri ve bunu insan kaynağı sıkıntısından kurtulmanın sözüm ona zekice bir aracı olarak servis ettikleri kanaatindeyim. Kaldı ki Türkiye’de, devletin din kurumuna sağladığı imkânlar günümüzde oldukça iyi düzeydedir. Ayrıca din eğitiminin devletten izinli olmasını, belirli kişi ve kliklerden izinli olmasından daha yeğ tutarım.
“Din Eğitiminde Devletin Denetim ve Gözetimi Bir Müddet Daha Şart”
Genel olarak ideal din eğitimi nasıl olmalıdır? Bugünkü din eğitiminin (imam hatipler ve ilahiyat fakülteleri) aksayan yönlerini detaylara inmeden ortaya koyabilir misiniz?
Dünyanın gelişmiş ülkelerini göz önünde bulundurursak bu ülkelerin, cemaatlerin egemenliğinden cemiyetlerin zenginliğine geçtiğini görürüz. Bu tip toplumlar için din eğitimi ve öğretiminin kim tarafından hangi şartlarda verildiğinin çok bir önemi yoktur. Nitekim pek çok Batı ülkesinde hem devlet hem de dini gruplar tarafından din eğitimi hizmeti sunulmaktadır. Ancak her iki kaynak da eğitim öğretim hizmetini toplumun gözü önünde açıklık, şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkeleri doğrultusunda yapmaktadır.
Eğitim kurumlarında olup bitenler, devlet ya da dini grup fark etmeksizin eğitimcilerin, velilerin, hukuk sisteminin, basının ve diğer kişi ve kurumların eleştirisine ve denetimine açıktır. Eğitimin içeriği; profesyoneller tarafından hazırlanır, din bilimi araştırmalarının süzgecinden geçemeyen içerikler, çocuk ve gençlerin karşısına çıkmaz. Eğitim sorumluları, hem dini hem insanı hem de toplumu tanırlar. Kime, neyi, ne zaman ve ne şekilde öğreteceklerini bilirler. Bu tip bir toplumda din eğitiminin mahiyeti, en az amacı kadar önemli görülür.
Ülkemizin hâlâ katı bir cemaat toplumu olması ve din alanında örgütlenen her cemaatin farklı bir din ve dini otorite anlayışı benimsemesinden dolayı, din eğitiminde devletin denetim ve gözetiminin bir müddet daha şart olduğu düşüncesindeyim. Bunun dışında farklı yapıların din eğitimi faaliyetlerinin cebri yöntemlerle yasaklanmasını da doğru görmüyorum.
Demokratik tutum icabı, sivil din eğitimi kanalları, her zaman açık tutulmalı; lakin bu kanalların sivil görünümlü örgütlü dini yapılar tarafından suiistimal edilebileceği unutulmamalıdır. Bu yapıların düzenli bir şekilde devlet tarafından denetlenmesi, toplum tarafından da şeffaf olmaya zorlanmaları gerekir. Bu tip yapıların kendi kutsal (!) amaçları için ikiyüzlü tavırlar geliştirebileceği; gerçek benlikleriyle dışarıya yansıttıkları kişiliklerinin farklı olabileceği her zaman akılda tutulmalıdır.
Kimin din eğitimi vereceği kadar önemli olan bir husus da din eğitiminin nasıl verilmesi gerektiği meselesidir. Ancak ülkemizde “Nasıl bir din eğitimi verelim?” sorusu yeni yeni gündemimize girmektedir. Hem imam hatiplerin hem de ilahiyatların –bunların yanında genel din derslerinin– programları hazırlanırken, bu okulların temel felsefesinin ne olacağı, nihai anlamda nasıl bir insan, nasıl bir Müslüman yetiştirmeye talip oldukları, bunu hangi yeterliliğe sahip kişilerce, hangi ortamlarda, hangi yöntemlerle gerçekleştirecekleri üzerinde yeterince ve derinlemesine düşünülmeden yapılacak bir faaliyetin getirisinden çok götürüsü olacaktır.
Söz gelimi bu okullardan mezun olacak kişilerin hangi donanıma ihtiyacı varsa o yönde donatılması şarttır. Temel yeterlilikler konusunda asla taviz vermeden öğrencinin öncelikle düşünme becerilerinin geliştirilmesine özellikle de ilahiyat öğrencisinin karşılaştığı her bilgiyi muhakeme etmesine öncelik verilmelidir.
Bu durumda belki niceliksel anlamda değil ama niteliksel anlamda çok daha iyi yetişmiş ve toplumu aydınlatma yeteneği bariz Müslümanların sayısı artacaktır. Hâlihazırda hem imam hatiplerde hem de ilahiyatlarda misyon ve vizyon belirsizliği, kontrolsüz büyüme, hedefsiz ve düşük motivasyonlu öğrenci, dahili ve harici müdahaleler gibi bazı sorunlar ancak bu hususlarda iyileştirme çabaları ortaya konarak azaltılabilir.
1 Dini cemaat, İslami cemaat, dini grup ve tarikat gibi farklı isimlerle anılan yapılar için örgütlü dini yapılar tamlamasını tercih ediyorum. Özellikle ilahiyat fakülteleri ve ilahiyatçılarla ilişkileri bağlamında en doğru ve kapsayıcı tanımın bu olduğu kanaatindeyim. Buradaki örgüt sözcüğünü illegal olmak anlamında değil, kurumsal olmak anlamında kullanıyorum.
2 “Bazı ilahiyatçılar” tamlamasını bilerek kullanıyorum. Çünkü ilahiyat fakültelerinde bu yapılarla organik veya gönül bağı olanların sayısı azımsanamayacak kadar çoktur.
3 İlahiyat fakülteleri, özellikle son birkaç yıldır YÖK tarafından sağlanan aşırı kontenjan artışları; ayrıca İLİTAM, Dikey Geçiş, Sınavsız Geçiş gibi kolaylıklar sayesinde çok sayıda örgütlü dini yapı müntesibine ev sahipliği yapar hale gelmiştir. Gayet tabii bunların çoğu ilahiyatı kurtarmak amacıyla buradadırlar ve amaçları da hiçbir sapkın (!) fikirden etkilenmeden bir şekilde diplomayı alıp dini konularda ehil olduklarını ispatlamaktır.
YORUMLAR